Hz. Peygamber ve ashabının vefatlarından sonra, Kur’an ile birlikte onların sözleri ve hayatları toplanmaya başlanmış, bu sırada da bazı olaylar efsaneleşmiştir.
Özellikle 13. Ve 14 yy da Hz Ali, Hz. Muhammet, Hz Hamza, Hz. Ömer, Hasan ve Hüseyin’in başkahramanları oldukları birçok dini destanın oluştuğu görülür. Bu destanlardan bazıları Türk edebiyatında özgün olarak oluşurken, bazıları da Arap ve Fars edebiyatından tercüme olarak edebiyatımıza girmiştir. [1]
Bunların arasına daha önceki yüzyıllarda veya bu yüzyılda teşekkül eden milli destan karakteri özellikleri de kazanma yoluna gire n tam teşekküllü destanlar olan Saltukname, Battal Gazi Destanı, DANİŞMENT GAZİ DESTANI, İslami Oğuz Destanı, Manas Destanı, Cengiz Han Destanı gibi destanları da almak gerekir. Fakat bu destanlar dini destan özelliği de taşımakla bitlikte milli destan özelliği de kazanmış, oldukça kapsamlı hale gelmiş, tam bir destan özelliği taşıyan destanlardır.
Bunların dışında olup fazla teşekküllenemeyen tamamen dini vasıf ve amaç taşıyan, efsaneler, hikâyeler ve kıssalarla ilgisini koparmamış, bazıları menkıbe bazıları fabl, bazıları da menkıbe, özelliği taşıyan küçük hacimli destan, hikâye, efsane, fabl, menkıbe karşımı destanlar da oluşmuştur. Bu destanların bazıları tercüme, bazıları fabllardan uyarlama bazıları fabl, destan, efsane, karışık anlatılardır. Kesik Baş Destanı, Ejderha Destanı, CİMCİME SULTAN DESTANI, Güvercin Destanı, Ebu Müslim destanı, Geyik Hikâyesi, Hatun Destanı, Fâtıma Destanı, İbrahim Destanı, Hz. Ali’nin menkıbevi gazavatnameleri, Maktel-i Hüseyin, Veysel Karânî Destanı gibi anlatılar ilk akla gelen örneklerdir. Destan, Hikâye, efsane olarak adlandırılan bu eserlerin 13. yy da oluşup, 14 yy. dan itibaren yazıya geçtiği görülür. Bunların diğer bir özelliği çoğunlukla manzum olmalarıdır.
Esasında “mucizeler, kerametler ve İslam menkıbelerinden esinlenen bu eserler, çoklukla Arap kaynaklı olup, zaman içerisinde tercümeler, nakiller ve adaptasyonlarla da zenginleştirilerek Türkçeye kazandırılmış ve sahiplenilmiştir.”[2]
Bu destanlar arasında değerlendirildiğimiz Veysel Karani Hikâyesi, Arap Edebiyatından edebiyatımıza girmesi gereken bir menkıbedir. Aslında bu destanın daha ziyade dini bir kıssa veya hikâye özelliği daha çok ağır basar. Edebiyatımızda yazılı eser olarak karşımıza çıkan ilk Veysel Karani Hikayesi 14 yy da yazılmış olmalıdır.
Veysel Karânî, hayatı efsaneleştirilen Yemen'de dünyaya gelmiş Müslümanlığı kabul etmiş, kendini zühde vermiş biri kişidir. Hz. Peygamber'in hayatında Müslümanlığı kabul etmiş, ama onunla görüşememiş, Hz. Ömer devrinde Medine’ye, oradan da Küfe'ye geçmiş, hayatının ı inziva şeklinde orada geçirmiştir.[3]
Vasfi Mahir, Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde[4]bu hikâyenin edebiyatımıza Attar’dan tercüme yoluyla girdiğin söyler ama neye dayanarak bunu yazdığını da ifade etmemiştir. Veysel Karani hikâyesinin pek çok, yazma, taş basma, manzum, nesir aruz ve hece ile yazılmış nüshaları vardır. Fakat ilk nüshasından son nüshalarına kadar vaka düzeni üzerinde pek bir değişiklik oluşmamıştır.
Pek çok yazma, taş basma veya matbu nüshası manzum ve aruz ölçüsü ile yazılan bu destanın mensur olarak özeti şu şekildedir.
ÖZETİ [5]
Resûlullah, mübarek yüzünü bazan Yemen tarafına döndürür ve “Yemen’den rahmet esiyor. Orada Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebî’a ve Mudar kabilelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefâat edecektir.” Diye buyurdu. Arabistan’da bu iki kabilenin koyunları kadar kimsenin koyunu olmadığı söylenirdi.
Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah, bu kimdir?” dediler. Peygamber efendimiz; “Allah’ın kullarından biri.” buyurdu. Biz hepimiz kullarız, ismi nedir? dediler. “Üveys.” buyurdu. Nerelidir? dediler. “Karnlıdır.” buyurdu. O sizi gördü mü? dediler. “Baş gözü ile görmedi.” buyurdu. Hayret, size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup gelmesin! dediler. “İki sebepten: Biri hallerine mağlubdur. İkincisi ise benim dînime bağlılığından dolayıdır. İhtiyar bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Biz onu görür müyüz dediler. Hazret-i Ebû Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin.” Ama hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’ye; “Siz onu görürsünüz. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktarı beyazlık vardır. Bu baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca, benim selâmımı söyleyin ve ümmetime duâ etmesini bildirin.” buyurdu.
Veysel Karânî hazretleri gece-gündüz ibâdet ve tâatle vakit geçirirdi. Kendini halktan gizlerdi. İlk zamanlar herkes ona dîvâne gözü ile bakıyordu. Sonradan onun büyüklüğünü anladılar, çok ikrâm ve hürmet göstermeye başladılar. Bunun üzerine, annesinin vefatından sonra Karn köyünden çıkıp Kûfe şehrine gitti.
Peygamber efendimizin vefâtı yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? Dediler. “Üveys-i Karnî'ye verin.” buyurdu. Resûlullah’ın vefâtından sonra hazret-i Ömer ile hazret-i Ali Kûfe’ye geldiklerinde, Ömer (radıyallahü anh) hutbe esnasında; “Ey Necedliler, kalkınız!” buyurdu. Kalktılar. Aranızda Karn’dan kimse var mıdır? buyurdu. Evet dediler ve birkaç kişiyi ona gönderdiler. Hazret-i Ömer, onlardan Üveys’i sordu. Biliyoruz. O, sizin bildiğinizden pek aşağı bir kimsedir. Dîvânedir, akılsızdır ve insanlardan kaçar bir hâli vardır, dediler. “Onu arıyorum, nerededir?” buyurdu. Arne vâdisinde develerimize çobanlık yapmaktadır, biz de karşılığında ona akşam yiyeceği veririz, saçı-sakalı karışıktır, şehirlere gelmez, kimse ile sohbet etmez, insanların yediğini yemez; üzüntü ve neşe bilmez. İnsanlar gülünce, o ağlar; insanlar ağlayınca o güler dediler. “Onu arıyorum.” buyurdu. Sonra hazret-i Ömer’le hazret-i Ali, onun olduğu yere gittiler. Onu namaz kılar gördüler. Allahü teâlâ, develerini gütmesi için bir melek vazifelendirmişti. Namazı bitirip selâm verince, hazret-i Ömer, kalktı ve selâm verdi. Selâmı aldı. Hazret-i Ömer; “İsmin nedir?” diye sordu. “Abdullah, yâni Allah’ın kulu.” dedi. “Hepimiz Allah’ın kullarıyız; esas ismin nedir?” diye sordu. “Üveys” dedi. “Sağ elini göster.” buyurdu. Gösterdi. Hazret-i Ömer; Peygamber efendimiz size selâm etti. Mübârek hırkalarını size gönderip;“Alıp giysin, ümmetime de duâ etsin” diye vasiyet buyurdu, dedi
“Yâ Ömer! Ben zayıf, âciz ve günahkâr bir kulum. Dikkat buyur, bu vasiyet başkasına âid olmasın?” deyince; “Hayır yâ Üveys, aradığımız kimse sensin. Peygamber efendimiz senin eşkâlini ve vasfını belirtti.” cevâbını verdi.
Bunun üzerine, Hırka-i şerîfi hürmetle aldı, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Sonra; “Siz burada bekleyin.” dedi. Yanlarından ayrıldı. Biraz ileride hırkayı yere bırakıp, yüzünü yere koydu. Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâda bulundu:
“Yâ Rabbî! Sevgili Peygamber efendimiz, ben fakir, âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i Ali ile Hırka-i şeriflerini göndermiş.” dedi. Günahkâr olan bütün Müslümanların affı için duâ etti. Birçok günahkâr Müslüman’ın affolduğu bildirilince, Hırka-i şerîfi hürmetle giydi.
Veysel Karânî hazretleri, kendisine hırka verildikten sonra Yemen’den Kûfe’ye gitti. Kûfe’ye gittikten sonra çok az kimse onu görebildi. Görenlerden biri Harem bin Hayyan’dır. Harem bin Hayyan anlatır: "Üveys’in şefâatinin ne derecede olduğunu bildiren hadisi işitince, onu görmek istedim. Kûfe’ye gidip, onu aradım. Nihâyet Fırat Nehri kenarında abdest alırken buldum. Daha önce hakkında mâlûmâtım olduğundan onu tanıdım. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana baktı. Müsâfeha etmek istedim, elini vermedi. “Allah sana merhamet eylesin, seni bağışlasın ey Üveys, nasılsın?” dedim. Onu o kadar sevmiştim, ona o kadar acımıştım ki ağladım. Çünkü çok zayıftı. O da ağladı ve; “Allah sana hayırlı ömür versin, ey Harem bin Hayyan! Nasılsın ey kardeşim! Beni sana kim gösterdi?” dedi. İsmimi ve babamın ismini nasıl bildin ve hiç görmeden beni nasıl tanıdın? Dedim. “Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan bana bildirdi. Rûhum senin rûhunu tanıdı. Çünkü müminlerin rûhları birbirlerini tanırlar, birbirlerini görmeseler de!” dedi."
Veysel Karânî Mekke’de hac yapıp, Medîne’ye gidince, işte Resûlullah’ın türbesi burasıdır diye kendisine gösterildi. Kendinden geçerek düşüp bayıldı. Ayılınca; “Beni buradan götürün. Resûlullah efendimizin medfûn bulunduğu bir beldede benim için yaşamanın tadı olmaz.” buyurdu.
İLGİLİ lİNKLER
KAYNAKÇA
- [1] 14 Yy. da Oluşan Manzum Dini Destanlar https://www.edebiyadvesanatakademisi.com/e
- [2] Muhammet KUZUBAŞ, MANZUM BİR DESTAN KİTABI, https://www.sosyalarastirmalar.com/cilt1/sayi2/sayi2pd
- [3] Muhammet KUZUBAŞ, MANZUM BİR DESTAN KİTABI, https://www.sosyalarastirmalar.com/cilt1/sayi2/sayi2pd
- [4] Mahir Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, Ank. 1970, shf 157-158
- [5] https://www.mumsema.org/sizden-gelen-sorular/